Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

6 Mayıs 2012 Pazar

Siz Nesiniz???

İlkokul öğretmenimiz sınıfta okumayı en erken öğrenen beş kişiyi kırmızı kerdele takmıştı. Tamam tamam ben birinci değildim atmıycam merak etmeyin :) Üçüncü olarak ben de takmıştım. Ailem sevinmişti çalışkan oğullarından ötürü. Ama gene de sınıfta göze batan biri değildim. Seneler geçti 7. sınıfa geldiğimizde okul başkanı, spor başkanı ve sınıf başkanı sıfatlarını taşıyan gerçek bir liderdim :P Ama hep sıradan biri olarak kalmaya devam ettim. Çünkü cebimde çok param ya da göz alıcı bi tipim yoktu hatta işin kötüsü dişlerim de çürüktü :)

Aradan yıllar geçti değişen çok bişey olmadı. Gene başarılı öğrencilik ve futbolculuk yılları, kaptanlıklar, başkanlıklar ve de başarılar. Karşılığında iş fiiliyata döküldüğü zaman gene arka plandalık :) Ama kimsenin bilmediği birşey vardı. Kimileri başkalarını hayatlarının başrolü yaparken ben hayatımın başrölü olarak kendimi seçmiştim. Kimse için kendimi üzmedim, kimse için hayatımı zehretmedim. Çünkü başrol bendim ve hiçbir filmde kazanan asla yan roller olmazdı. Öyle de olsa yönetmen de senarist de bendim :) Ve şu an bir öğretmen olarak sanırım çocuklarıma verebileceğim en iyi ders de bu: Yaşayabildiğiniz kadar varsınız, yaşattığınız kadar varlar!

Üniversite son sınıftayken dersimin birisi sıkıntıya düştü. Belki de okulu uzatacak kadar. Düşündüm, onca öğrenci not dilenciliği yapıyor ve pek de yaranıyorken ben neden yapmayayım. Bir anlık gaflet ile gittim hocamın karşısına ve durumumu açıkladım. Hocam sınavım 40 ve 10 puan verirseniz direk geçiyorum. Cevabı hem sevindirdi hem üzdü: Rafet oğlum bari sen yapmasaydın. Özenecek kimseyi bulamamış mıydın? Beni oğlu gibi gören hocam ve başkalarını örnek alıp ondan not isteyen ben...

Birgün öğrencim ağlar şekilde gelip konuşmak istediğini söyledi. Öğretmen arkadaşlarımın meraklı bakışları arasında boş sınıfa indik. Ailesinin sınav kazanma baskısından, buna karşılık deneme sonuçlarının kötülüğünden bahsetti. Eve gittiğinde annesine ne diyeceğini düşünüyordu. "Amacın önce doğru insan olmak olsun. Öğretmen, doktor, avukat, hatta başbakan bile olabilirsin. Ama insan olmadığında bunların önemi nedir? Bugün insanlar hastanelere gittiklerinde kendilerine ilgi göstermeyen, tersleyen doktorlara kızıyorlarsa, sen bazı öğretmenlerini sevmiyorsan, ya da en basitinden çalışkan bir öğrenci olup da saygısızsan topluma ne faydan olabilir ki? Kazanama gerekirse ama iyi bir anne ol. İyi çocukların olsun. İnsanlar makam sahibi oldukları için sevilmezler iyi oldukları için sevinirler. Gerekirse annene de sadece bunu söyle: Önce iyi bir insan olmak istiyorum de" diye gazladıktn :P sonra gözlemlemeye başladım. Hayatının başrolü olmuş ve 500 puan üzerinden 420 lere çıkmıştı. Hem de 300 lerde gezerken :) Sihirli dokunuş sadece kendisi için yaşamasıydı.

Buraya kadar sıkıcıydı evet hep kendimi övdüm :) Şimdi de bir başkasını övme zamanı :

Aziz Nesin'e Soyadını sorarlar.
Şöyle Cevap verir:
"1934 yılında soyadı kanunu çıktı.
Herkes kendi soyadını kendisi seçtiği için insanların bütün gizli aşağılık duyguları ortaya çıktı.
Dünyanın en cimrileri 'eli açık',
Dünyanın en korkakları 'yürekli',
Dünyanın en tembelleri 'çalışkan' gibi soyadları aldılar!
Kendime 'NESİN' soyadını aldım.

Herkes 'NE-SİN' diye çağırdıkça,
Ne olduğumu düşünüp kendime geleyim istedim."

Hayatta örnek almak yerine örnek olmak çok zor olmasa gerek. Heleki yaşadığımız devirde. Son bi özlü söz nakşetmeden edemiyciim :)

‎"İsyanlardayım'' dedi. Hayır, imtihanlardaydı. Fark etseydi, kurtulacaktı."

- Hz.Mevlâna -

Allah'a emanet olunuz...

5 Mayıs 2012 Cumartesi

Koca Selim...

Bu postta Koca Sultan'dan birkaç parça hikaye nakledelim dedik. Ders çıkarabilmek ümidiyle buyrunuz efenim :) KEKLİĞİN SONU Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, tebdili kıyafetle Kuşlar Çarşısı'nı gezer. Burada, avcılar avladıkları kuşları, tuzakçılar yakaladıkları maharetli, eğitimli, güzelim kuşları satıyorlar. Bir ara gözü kekliklere ilişir Padişahın. Bir grup kekliğin üzerindeki varakta, "Tane işi satış fiyatı 1 altın" yazıyor. Hemen yanı başlarında asılı, adeta altın kafes içinde bir keklik daha var ki, fiyatı; 300 altın. Padişahın gözü 300 altınlık kekliğe takılır. "Hayırdır" der satıcıya, "Bunun diğerlerinden ne farkı var ki, bunlar 1 altın, bu 300 altın?" Satıcı, "Bu keklik özel eğitimli, çok güzel ötüyor, ötmesi bir yana bunun ötüşünü duyan ne kadar keklik varsa hepsi onun etrafına doluşuyor" der. "Tabii bu arada avcılar da o etrafa doluşan keklikleri daha rahat avlıyorlar" diye ekler. "Satın alıyorum" der Padişah, "Al sana 500 altın..." Parayı verir ve hemen oracıkta kekliğin kafasını keser. Adam şaşırıp, "Ne yaptınız, en maharetli kekliğin kafasını koparttınız, yazık değil mi" diye dövünürken; Padişah gürler: "Bu kendi soyuna ihanet eden bir kekliktir. Bunun akıbeti er veya geç ölümdür..." BEN NASIL AT ÜSTÜNDE GİDEBİLİRİM??? Mısır seferi sırasında Yavuz Sultan Selim Han'ın sağ kolu Hasan Can'a verdiği o tüyleri diken diken eden cevabı. Mısır seferine gidilirken ordunun korkunç Sina Çölü'nden geçmesi gerekiyordu. Kum fırtınalarının etrafı kasıp kavurduğu, gündüzleri dayanılmaz sıcaklara sahne olurken geceleri dondurucu soğukları davet eden bu çölü dünyada hiç bir ordu geçememişti. Yavuz Sultan Selim ordusuna moral verici sözler söyledikten sonra atını çöle sürdü. Herkes yanındaki suyu idareli kullanıyor, namazlar teyemmüm yapılarak kılınıyordu. Yolculuk böyle sürüp giderken Yavuz Sultan Selim'in bir ara atından indiği ve saygılı bir halde yaya olarak yürüdüğü görüldü. Herkes şaşırmıştı ama, kimse sebebini soramıyordu. Padişahın hiç yanından ayırmadığı Hasan Can durumu öğrenmekte gecikmedi. Padişah O'na şunları söylemişti: “İki cihan sultanı Peygamber Efendimiz önümüzde yaya olarak yürürlerken biz nasıl at üstünde olabiliriz.

22 Ekim 2011 Cumartesi

Hac Yolu...

Babam içki içerdi önceleri. İçki içerken de Ali Ercan'ı eksik etmezdi mezesinde. Evet evet ilahi okuyan Ali Ercan. Zamanında eşini döven ve sonradan pişman olup Hak yolu gören, tevbe edip tüm kasetlerini toplatan Ali Ercan. İşte onda öğrendim haccı ilk defa. Torunuyla, daha 9-10 yaşlarındaki torunuyla hacca gidecekti ve gözlerinin içi gülüyordu. Sonra rahmetli anneannemde gördüm hac aşkını. 180 liralık yaşlılık maaşını senelerce biriktirmişti hac için. Ama nasip olmamış, vadesi yetmemiş, hacca gitme aşkını da anneme bırakmıştı.

Sonra dayımda yani annemin dayısında gördüm haccın ne olduğunu. İmamdı kendisi, daima kafilelerin başında giderdi. Üstelik tekin de durmaz Türk hacılara tek laf eden olsun dalardı. Evet evet dalardı. Hatta bi keresinde arap görevliyi dövmüş, sınırdışı edilmiş, Birleşik Arap Emirlikleri'ne yollanmış, Dubai'yi gezip görmüştü bile. Dahası eşi Arabistan'da tek başına kalmıştı. Komediydi vesselam.

Sonra bir arkadaşım oldu. Almanya'da yaşıyordu. Yaşı henüz yirmiydi ve hacca gitmek nasip olmuştu. Nasıl bir halet-i ruhiyyeydi o. Öyle anlatıyordu ki gidip görmüş gibi olmuş, oturduğum yerde ağlamıştım. Hatta Araplar üzerine tartışmıştık da en sonunda.

Aradan birkaç gün geçti. Babam nakliyeci olduğu için bir tarlaya patates yüklemeye gittik. Yükleyen işçiler arasında birisi vardı ki, gençliğimden utandırdı. Ben üniversite mezunuyum diye iş beğenmezken o kişi 62 yaşında hacca gidebilmek için çalışıyordu. Hem de basit bir işte değildi. Benim bile kaldırırken zorlandığım koca patates çuvallarını yüklüyordu.Hemen yanına gittim, bir ucundan tuttum, ve 4 saatte yükledik. Adam aldığı 30 lirayı hac parasına eklemiş, o sevinçle evinin yolunu tutmuştu. Bense ardında bu dünyada ne için yaşadığımı sorgulamaya başlamıştım. En ümitsiz bir anımda ve 23 yaşında, 62 yaşındaki amca kadar da dinç olamayacaksam boşa yaşıyorum dedim kendi kendime. İşte hac artık benim için mücadele demek. Umut demek. Yaşın kaç olursa olsun güç demek...

Yetinmeyi Bilmek...

Daha 6 yaşındaydım. İlk aşkı tattığım, ablamların arkasından "ben de okula gideceğim" diye koştuğum, gidemeyince de anneme kızdığım, sıkılınca arka bahçedeki ağaca çıkıp yemeyeceğim elmayı koparıp yere attığım yaşlar... Ertesi yıl okula başladım. Ailem ilçeye taşındı ve ilçedeki okul da evimize çok uzaktı. Mecburen köyde babaannemin yanında kaldım. Önlüğüm adiydi, çantam ablamlardan kalmıştı ve pantolonum da delik deşikti. Evet fakirdik. Komşumuzun giymediği için verdiği çizmeleri yaz- kış giyerdim. Ve birgün öğretmenim "bu ayakkabılarla okula gelme" diyerek de yolladı beni. Erkekler ağlamaz evet, ama o yaşta çocuktum hemen kızmayın. O an için dünya ayakkabıydı, kazanılabilecek en değerli şey ayakkabı, zenginlik ayakkabı, fakirlik gene ayakkabıydı...

Sonra ikinci sınıfa geçtim. Bu sefer de Cumhuriyet Bayramı'nda dans korosundaydım. Evet çok güzel dans ettiğim için öğretmenim sınıfın en güzel kızını eşim olarak kararlaştırmıştı. Lakin sıkıntı gene kapıdaydı. Siyah pantolon ve beyaz gömlek... Bitmedi, gene devam etti.

Şimdi üniversiteyi bitirdim. Çeşit çeşit ayakkabılarım ve giysilerim var. Ama nedense ve kadınlara özgü gibi görülse de gezmeye çıktığımda eli boş dönemem. Yetmiyor daha fazlasını istiyorum. Dahası artık mutluluk o kadar uzak oldu ki onu ulaşılamayacak dereceye getiriyoruz. Oysa ayakları olmayan bir dilenci, yırtık önlüklü öğrenci, peçete satan yaşlı kadın gibi birçok örneklerini günde defalarca gördüğümüz zaman onları sadece parayla sevindirme yöntemini kullanmak yerine, durumumuza şükretmek gerekiyor. Ve arayıp da bulamadığımız, uğruna herşeyimizi harcayacağımız mutluluk da bu ufacık ayrıntıda gizli. Şükretmek, yetinmek...

ÖNYARGI...

Çocuk elindeki bozukluklarla koşarak pasteneden içeri girdi.İçerisi o kadar kalabalıktı ki gördüğü ilk boş yere kuruldu.Az sonra garson kız elinde masaları sildiği bezle çocuğa yaklaştı.
-Buyur ufaklık
-Şeyy ben bi çikolatalı pasta istiyorum ne kadar acaba?
-50 kuruş
Çocuk elindeki paraları saydı ve üzgün bi yüz ifadesiyle paralara bakti. Bir yandan garson kız sabırsızlanıyordu. içerde bi sürü insan vardı ve bu parası yetmeyecek olan çocukla vakit öldürüyordu.
Çocuk tekrar sordu.
-Dondurma ne kadar acaba?
kız sert bir dille
-35 kuruş! dedi.
çocuk paralarını tekrar kontrol ettikten sonra kıza dönerek;
-bi dondurma alabilir miyim dedi.
çocuk kendine getirilen dondurmayı yedikten sonra yine geldiği gibi koşar adımlarla pastaneden çıktı,gitti.
garson kız çocuğun bıraktığı boş dondurma tabağını almaya masaya yönelmişken,birdenbire gözleri doldu.hatta bir kaç damla yaşla masayı sildi.

Çocuk 15 kuruş bahşiş bırakmıştı.

Hayatta bize en çok zarar veren önyargılarımızdır. Büyük aşklar ya da dostluklar kavgayla başlar derler ya hani. Bakmayın, kanmayın o lafa. Büyük aşk ya da dostluk önyargılar ortadan kalktığı zaman başlar. Ben üniversiteye başlayana kadar öndeki çürük dişlerimle gülmekten kaçan bir insan olarak yaşadım. Ve dalga da geçtiler. Sanki dişim benim karakterimi yansıtıyormuş gibi yaptılar. Üzüldüm ama iyi niyetli olanları da dalga geçiyor sandım hep. Aslında değillermiş. Neden mi: Dişlerimi yaptırdığımda farketmediler bile. Sanırım hepsine bir özür borcum var...

19 Ekim 2011 Çarşamba

Şehitler Ölmezmiş Ya Biz??

Böyle değildik. Öğretmen Kubilay şehit edilmişti de Menemen'i yakmıştık. Atatürk "Bıçak kemiğe dayandı" dememişti, aksine "Menemen'i yakın" demişti. Yakılmıştı da. Sonra, sonra Şeyh Sait diye bi adam çıkmıştı. O da yakıp yıkmıştı. Ama Atatürk'ün ateşi onu da yakmıştı. Kendi pisliğinde boğulmuştı o da. Yıllar geçti üzerinden. Kıbrıs Hârekatı başladı. Kıbrıs'ta "Türklük" bir kez daha saldırıya uğramıştı. İşte o zaman Diyarbakırlı gençler karakolun önünde toplanıp "gönüllü asker olarak Kıbrıs'a gitmek istediklerini" söylemişlerdi. Birdik, bütündük, acılarımız ve sevinçlerimiz aynıydı. Sonra ayırdılar bizi, birbirimize düşürdüler. Hep arkadan saldırdılar. Kürt, Türk farkı gözetmeksizin şehit ettiler. Faturasını da tüm Kürtlere yüklemek istediler...

Önce Aktütün'de öldürdüler bizi. Ardından Dağlıca. Ve şimdi de Çukurca...Aslında öldürdükleri askerlerimiz, evlatlarımız değildi. Ölen bizdik, insanlığımızdı. Çünkü hepimiz birer dilsiz şeytan olup çıkmıştık."Allah yolunda öldürülenlere "ölüdür" demeyin. Aslında onlar diridirler fakat siz bunu bilemezsiniz."Onlar ölmemişti. O televizyonlarda izliyor dedikleri, reklam yaptıkları 70 milyon ölmüştü aslında.Ve gene bombalamaya başladık sağı solu. Helikopterlerimiz havalandı, boş mağaraları GENE bombalayıp döndüler. Üstelik daha bir kaç önce meşhur gazetelerimizden birinde yazan aydınımız! Çukurca'ya kadar gidip karaYILAN'la görüşebilmişti. Biz, devletimiz, ordumuz bulamadığı halde...

Ve biz gene devam ettik, facebookta, twitterda aşk sözleri yazmaya. Bazılarımız ise isyanımızı gene sosyal ağlardan duyurmaya çalıştık. Gene adı değişse de bir başbakan çıktı televizyona, terörü lanetledi ve hesap sorulacak dedi. Genelere başlamışken, gene fakirler şehit edildi. Eti görmek için kurbanı bekleyen o fakir aileler, evlatlarını vatana kurban ettiler. Nemi oldu, o dünyaya hükmeden ataların torunları bi Hakkari'ye hükmedemedi...

17 Ekim 2011 Pazartesi

Yavuz Sultan Selim Han...

Tarihler 1470 yılını gösteriyordu.Devletin başında İstanbul Fatihi, çağ açıp çağ kapatan hükümdar Fatih Sultan Mehmed vardı. Eğriboz alınmış, sınırların güvenliği sağlanmıştı ki hükümdar ailesi bir şehzade daha kazandı. İsmi Selim kondu, geleceğin Yavuz Selimi... Diğer tüm şehzadeler gibi eğitimine çok büyük önem verildi Selim'in.Uzun boylu, geniş omuzlu, kalın kemikli, yuvarlak başlı, kırmızı yüzlü, yiğit Selim'in. 1481 yılında daha 11 yaşında iken, dedesi Fatih öldüğü sıralarda devrin geleneklerine göre Trabzon'a vali olarak atandı. O dönemde valilik bölgeleri merkeze yakın olmasına göre kıymetliydi. Konya ve Manisa valilikleri hükümdar olabilme şansı açısından çok önemliydi. Ama dedik ya Yavuz diye. Trabzon'da olsa bile boş durmadı.Trabzon'da olsa bile kendisini göstermeyi başardı. Gürcüleri mağlup etti, ardından Erzurum, Kars ve Artvin'i Osmanlı topraklarına kattı. Cesur ve amansız bir savaşçı olması onu yeniçerilerin gözdesi haline getirmişti bile...


Bu arada doğuda da bazı gelişmeler yaşanıyordu. Şah İsmail şeyhlikten şahlığa adıım atmış büyük bir devlet kurmuştu. Şiilerin dini lideri haline gelmiş ve gözünü Anadolu Türkmenleri'ne dikmişti bile. II. Bayezid ya da diğer adıyla Sofu Bayezid olanlara kayıtsız, kendisine "baba" diyen Şahın topraklarına tecavüzüne sessizdi. Selim defalarca babasını uyarmış, Safevilerin bu tecavüzlerine karşılık verilmesini istemişti. Dinlenmedi sözleri. Kızdı, babasını; hükümdarını karşısına aldı isyan bayrağını çekti. Karışdıran Ovası'nda ki savaşta yenildi de üstelik. Ancak kendisinin Osmanlı tarihinde ilk ve tek olmak üzere Semendire Sancakbeyi olmasını da sağladı.Bir süre sonra yeniçeriler, o kılıçları paslanmaya yüz tutmuş yeniçeriler isyan edip Selim'i hükümdar olarak görmek istediklerini dile getirdiler. Böylece Sofu Bayezid tahtından feragat ederken, babasına isyan eden Selim de artık Selim Han oluyordu.


Selim önce isyan eden kardeşlerini ortadan kaldırdı. Evet zordu. Hele ki dedesine benzeyen Şehzade Korkud'un, sevdiği ağabeyinin ortadan kaldırılması. Ancak devlet-i ebed müdded denmişti bu devlete. Sonsuza kadar sürecek olan devlet... Bu nedenle evlatlar, kardeşler boğdurulacaktı, boğduruldu da. Ondan sonra başladı Selim Yavuzluğunu göstermeye. Sefer hazırlıkları tamamlandı ve Çaldıran Ovası'nda Türk tarihininin birçok zafer gördüğü Ağustos ayında Safeviler bozguna uğratıldı. Kolay olmamıştı. Zira Selim çadırına ok atan yeniçerilerin arasına yalınkılıç dalmış ve "Korkanlar karılarının yanına geri dönsünler, ben bu yola dönmek için çıkmadım." demişti, diyebilmişti. Şah kaçtı, Doğu Anadolu Osmanlılara kaldı. O zaman Bitlisli İdris çıktı ortaya. Doğu Anadolu'nun Osmanlıların eline geçmesini sağlayan İdris. Ancak sefer bitmemişti. Osmanlı ordusu binbir meşakkat sefere çıkarken onlara zorluk çıkaran Dulkadiroğulları vardı. Başlarında da Yavuz'un dedesi Alaüddevle. Dedesine de acımadı ve yapılan savaşla bu devlete de son verdi.İstanbul'a döndü ama ona artık zevk-ü sefa haramdı. Yeniden sefer hazırlıklarına başladı. Bu sefer hedef Memlük toprakları idi. Bir sadrıazam ile iki vezire mal olan (kelleleri vurulan) seferden de galip ayrıldı Yavuz. Suriye, Filistin ve Arabistan toprakları Osmanlıların eline geçmişti.Yavuz Sultan Selim, Haleb Ulu Camii'nde Cuma namazını eda ederken hatip, Mekke ve Medine'nin hâkimi manasina gelen "Hakimü'l-Haremeyn eş-Şerifeyn" ünvaniyle hitab edince o, yerinden kalkip bu elkabın yerine "Hâdimü'l-Haremeyn eş-Şerifeyn" (Haremeyn'in hizmetkârı) kelimelerini telaffuzla kendisine bu ünvanın verilmesini istemişti. Hatib'in ayni sözleri tekrarlaması üzerine çocuk gibi sevinen Yavuz Sultan Selim, l000 dukadan daha fazla değeri olan kaftanını çıkarıp hatibe giydirecek ve üzerinde namaz kıldığı halıyı kaldırıp toprağa secde edecektir.


 Lakin Mısır ve başında yeni hükümdar Tomanbay hala orada durmaktadır. Ve onları yenmek için de koca Sina Çölü. "Padişahım geri dönmek" dediği anda vezirin kellesi gider. Sina Çölü, o geçilmez denilen ve tarihte daha önce sadece Büyük İskender'in geçebildiği çöl 11 günde geçilir.Nitekim bu çölü ne Moğollar ve ne de Timurlular geçmeyi göze alabilmiştir. Yavuz yanına 10.000 kişilik kuvvet alıp El-Mukattam dağını dolaşarak Mısır'a arkadan saldırır.Tabi ordunun kalanı da önden. İki ateş arasında kalan ve yere sabit toplar dikerek hareket edemeyen Memlük ordusu bir kez daha bozguna uğratılır. Ancak Hadım Sinan Paşa, o yetenekli, cesur ve soylu bir bey olan Hadım Sinan Paşa şehit düşer."Sinan kırk Mısır'a bedeldi." dedirtecek Sinan... Böylece Osmanlı sınırları Afrika'ya taşmış 2 yıl 2 ay süren Sefer-i Hümayun'dan dönüş yoluna geçilmiştir ki yeni Sadrazam Yunus Paşa'nın da kellesi gider. İstanbul'a geçen Yavuz o yıl sefer hazırlıklarına başlar. Bunun yanında koca bir donanmanın da inşasına başlanır. Anlaşılacağı gibi sefer büyüktür. Ancak Yavuz, o koca sultan hastalanır. Basit bir çıbandır aslında nedeni, ciddiye almayıp hekimlere görünmediği, hamamda olgunlaşmamış başını sıktırdığı ve can dostu Hasan Can'ın "hekimlere bir baktırsak Hünkarım" uyarısına "Biz çelebi miyiz ki ufacık bir çıban için hekime görünelim" dediği bir çıban... O yavuz adam çocuk gibi ağlayacak duruma düşer sonra da yataklara. Sorar Hasan Can'a "Bu nedir Hasan Can. Biz çıbanı ciddiye almadık ama bizi inim inim inletir." Yanıtlar Hasan Can: "Hünkarım Allah'la beraber olmak vaktidir." Koca sultan cevaplar "Ya sen bizi şimdiye dek kimle bilirdin?" Sultan ellili yaşlarında vefat eder. Arkasında iki buçuk katına çıkardığı toprakları, dünyanın en güçlü imparatorluğu, Süleyman gibi muhteşem bir şehzadesi, dolu bir hazinesi ve işinin ehli devlet adamları bırakarak...