Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

22 Ekim 2011 Cumartesi

Hac Yolu...

Babam içki içerdi önceleri. İçki içerken de Ali Ercan'ı eksik etmezdi mezesinde. Evet evet ilahi okuyan Ali Ercan. Zamanında eşini döven ve sonradan pişman olup Hak yolu gören, tevbe edip tüm kasetlerini toplatan Ali Ercan. İşte onda öğrendim haccı ilk defa. Torunuyla, daha 9-10 yaşlarındaki torunuyla hacca gidecekti ve gözlerinin içi gülüyordu. Sonra rahmetli anneannemde gördüm hac aşkını. 180 liralık yaşlılık maaşını senelerce biriktirmişti hac için. Ama nasip olmamış, vadesi yetmemiş, hacca gitme aşkını da anneme bırakmıştı.

Sonra dayımda yani annemin dayısında gördüm haccın ne olduğunu. İmamdı kendisi, daima kafilelerin başında giderdi. Üstelik tekin de durmaz Türk hacılara tek laf eden olsun dalardı. Evet evet dalardı. Hatta bi keresinde arap görevliyi dövmüş, sınırdışı edilmiş, Birleşik Arap Emirlikleri'ne yollanmış, Dubai'yi gezip görmüştü bile. Dahası eşi Arabistan'da tek başına kalmıştı. Komediydi vesselam.

Sonra bir arkadaşım oldu. Almanya'da yaşıyordu. Yaşı henüz yirmiydi ve hacca gitmek nasip olmuştu. Nasıl bir halet-i ruhiyyeydi o. Öyle anlatıyordu ki gidip görmüş gibi olmuş, oturduğum yerde ağlamıştım. Hatta Araplar üzerine tartışmıştık da en sonunda.

Aradan birkaç gün geçti. Babam nakliyeci olduğu için bir tarlaya patates yüklemeye gittik. Yükleyen işçiler arasında birisi vardı ki, gençliğimden utandırdı. Ben üniversite mezunuyum diye iş beğenmezken o kişi 62 yaşında hacca gidebilmek için çalışıyordu. Hem de basit bir işte değildi. Benim bile kaldırırken zorlandığım koca patates çuvallarını yüklüyordu.Hemen yanına gittim, bir ucundan tuttum, ve 4 saatte yükledik. Adam aldığı 30 lirayı hac parasına eklemiş, o sevinçle evinin yolunu tutmuştu. Bense ardında bu dünyada ne için yaşadığımı sorgulamaya başlamıştım. En ümitsiz bir anımda ve 23 yaşında, 62 yaşındaki amca kadar da dinç olamayacaksam boşa yaşıyorum dedim kendi kendime. İşte hac artık benim için mücadele demek. Umut demek. Yaşın kaç olursa olsun güç demek...

Yetinmeyi Bilmek...

Daha 6 yaşındaydım. İlk aşkı tattığım, ablamların arkasından "ben de okula gideceğim" diye koştuğum, gidemeyince de anneme kızdığım, sıkılınca arka bahçedeki ağaca çıkıp yemeyeceğim elmayı koparıp yere attığım yaşlar... Ertesi yıl okula başladım. Ailem ilçeye taşındı ve ilçedeki okul da evimize çok uzaktı. Mecburen köyde babaannemin yanında kaldım. Önlüğüm adiydi, çantam ablamlardan kalmıştı ve pantolonum da delik deşikti. Evet fakirdik. Komşumuzun giymediği için verdiği çizmeleri yaz- kış giyerdim. Ve birgün öğretmenim "bu ayakkabılarla okula gelme" diyerek de yolladı beni. Erkekler ağlamaz evet, ama o yaşta çocuktum hemen kızmayın. O an için dünya ayakkabıydı, kazanılabilecek en değerli şey ayakkabı, zenginlik ayakkabı, fakirlik gene ayakkabıydı...

Sonra ikinci sınıfa geçtim. Bu sefer de Cumhuriyet Bayramı'nda dans korosundaydım. Evet çok güzel dans ettiğim için öğretmenim sınıfın en güzel kızını eşim olarak kararlaştırmıştı. Lakin sıkıntı gene kapıdaydı. Siyah pantolon ve beyaz gömlek... Bitmedi, gene devam etti.

Şimdi üniversiteyi bitirdim. Çeşit çeşit ayakkabılarım ve giysilerim var. Ama nedense ve kadınlara özgü gibi görülse de gezmeye çıktığımda eli boş dönemem. Yetmiyor daha fazlasını istiyorum. Dahası artık mutluluk o kadar uzak oldu ki onu ulaşılamayacak dereceye getiriyoruz. Oysa ayakları olmayan bir dilenci, yırtık önlüklü öğrenci, peçete satan yaşlı kadın gibi birçok örneklerini günde defalarca gördüğümüz zaman onları sadece parayla sevindirme yöntemini kullanmak yerine, durumumuza şükretmek gerekiyor. Ve arayıp da bulamadığımız, uğruna herşeyimizi harcayacağımız mutluluk da bu ufacık ayrıntıda gizli. Şükretmek, yetinmek...

ÖNYARGI...

Çocuk elindeki bozukluklarla koşarak pasteneden içeri girdi.İçerisi o kadar kalabalıktı ki gördüğü ilk boş yere kuruldu.Az sonra garson kız elinde masaları sildiği bezle çocuğa yaklaştı.
-Buyur ufaklık
-Şeyy ben bi çikolatalı pasta istiyorum ne kadar acaba?
-50 kuruş
Çocuk elindeki paraları saydı ve üzgün bi yüz ifadesiyle paralara bakti. Bir yandan garson kız sabırsızlanıyordu. içerde bi sürü insan vardı ve bu parası yetmeyecek olan çocukla vakit öldürüyordu.
Çocuk tekrar sordu.
-Dondurma ne kadar acaba?
kız sert bir dille
-35 kuruş! dedi.
çocuk paralarını tekrar kontrol ettikten sonra kıza dönerek;
-bi dondurma alabilir miyim dedi.
çocuk kendine getirilen dondurmayı yedikten sonra yine geldiği gibi koşar adımlarla pastaneden çıktı,gitti.
garson kız çocuğun bıraktığı boş dondurma tabağını almaya masaya yönelmişken,birdenbire gözleri doldu.hatta bir kaç damla yaşla masayı sildi.

Çocuk 15 kuruş bahşiş bırakmıştı.

Hayatta bize en çok zarar veren önyargılarımızdır. Büyük aşklar ya da dostluklar kavgayla başlar derler ya hani. Bakmayın, kanmayın o lafa. Büyük aşk ya da dostluk önyargılar ortadan kalktığı zaman başlar. Ben üniversiteye başlayana kadar öndeki çürük dişlerimle gülmekten kaçan bir insan olarak yaşadım. Ve dalga da geçtiler. Sanki dişim benim karakterimi yansıtıyormuş gibi yaptılar. Üzüldüm ama iyi niyetli olanları da dalga geçiyor sandım hep. Aslında değillermiş. Neden mi: Dişlerimi yaptırdığımda farketmediler bile. Sanırım hepsine bir özür borcum var...

19 Ekim 2011 Çarşamba

Şehitler Ölmezmiş Ya Biz??

Böyle değildik. Öğretmen Kubilay şehit edilmişti de Menemen'i yakmıştık. Atatürk "Bıçak kemiğe dayandı" dememişti, aksine "Menemen'i yakın" demişti. Yakılmıştı da. Sonra, sonra Şeyh Sait diye bi adam çıkmıştı. O da yakıp yıkmıştı. Ama Atatürk'ün ateşi onu da yakmıştı. Kendi pisliğinde boğulmuştı o da. Yıllar geçti üzerinden. Kıbrıs Hârekatı başladı. Kıbrıs'ta "Türklük" bir kez daha saldırıya uğramıştı. İşte o zaman Diyarbakırlı gençler karakolun önünde toplanıp "gönüllü asker olarak Kıbrıs'a gitmek istediklerini" söylemişlerdi. Birdik, bütündük, acılarımız ve sevinçlerimiz aynıydı. Sonra ayırdılar bizi, birbirimize düşürdüler. Hep arkadan saldırdılar. Kürt, Türk farkı gözetmeksizin şehit ettiler. Faturasını da tüm Kürtlere yüklemek istediler...

Önce Aktütün'de öldürdüler bizi. Ardından Dağlıca. Ve şimdi de Çukurca...Aslında öldürdükleri askerlerimiz, evlatlarımız değildi. Ölen bizdik, insanlığımızdı. Çünkü hepimiz birer dilsiz şeytan olup çıkmıştık."Allah yolunda öldürülenlere "ölüdür" demeyin. Aslında onlar diridirler fakat siz bunu bilemezsiniz."Onlar ölmemişti. O televizyonlarda izliyor dedikleri, reklam yaptıkları 70 milyon ölmüştü aslında.Ve gene bombalamaya başladık sağı solu. Helikopterlerimiz havalandı, boş mağaraları GENE bombalayıp döndüler. Üstelik daha bir kaç önce meşhur gazetelerimizden birinde yazan aydınımız! Çukurca'ya kadar gidip karaYILAN'la görüşebilmişti. Biz, devletimiz, ordumuz bulamadığı halde...

Ve biz gene devam ettik, facebookta, twitterda aşk sözleri yazmaya. Bazılarımız ise isyanımızı gene sosyal ağlardan duyurmaya çalıştık. Gene adı değişse de bir başbakan çıktı televizyona, terörü lanetledi ve hesap sorulacak dedi. Genelere başlamışken, gene fakirler şehit edildi. Eti görmek için kurbanı bekleyen o fakir aileler, evlatlarını vatana kurban ettiler. Nemi oldu, o dünyaya hükmeden ataların torunları bi Hakkari'ye hükmedemedi...

17 Ekim 2011 Pazartesi

Yavuz Sultan Selim Han...

Tarihler 1470 yılını gösteriyordu.Devletin başında İstanbul Fatihi, çağ açıp çağ kapatan hükümdar Fatih Sultan Mehmed vardı. Eğriboz alınmış, sınırların güvenliği sağlanmıştı ki hükümdar ailesi bir şehzade daha kazandı. İsmi Selim kondu, geleceğin Yavuz Selimi... Diğer tüm şehzadeler gibi eğitimine çok büyük önem verildi Selim'in.Uzun boylu, geniş omuzlu, kalın kemikli, yuvarlak başlı, kırmızı yüzlü, yiğit Selim'in. 1481 yılında daha 11 yaşında iken, dedesi Fatih öldüğü sıralarda devrin geleneklerine göre Trabzon'a vali olarak atandı. O dönemde valilik bölgeleri merkeze yakın olmasına göre kıymetliydi. Konya ve Manisa valilikleri hükümdar olabilme şansı açısından çok önemliydi. Ama dedik ya Yavuz diye. Trabzon'da olsa bile boş durmadı.Trabzon'da olsa bile kendisini göstermeyi başardı. Gürcüleri mağlup etti, ardından Erzurum, Kars ve Artvin'i Osmanlı topraklarına kattı. Cesur ve amansız bir savaşçı olması onu yeniçerilerin gözdesi haline getirmişti bile...


Bu arada doğuda da bazı gelişmeler yaşanıyordu. Şah İsmail şeyhlikten şahlığa adıım atmış büyük bir devlet kurmuştu. Şiilerin dini lideri haline gelmiş ve gözünü Anadolu Türkmenleri'ne dikmişti bile. II. Bayezid ya da diğer adıyla Sofu Bayezid olanlara kayıtsız, kendisine "baba" diyen Şahın topraklarına tecavüzüne sessizdi. Selim defalarca babasını uyarmış, Safevilerin bu tecavüzlerine karşılık verilmesini istemişti. Dinlenmedi sözleri. Kızdı, babasını; hükümdarını karşısına aldı isyan bayrağını çekti. Karışdıran Ovası'nda ki savaşta yenildi de üstelik. Ancak kendisinin Osmanlı tarihinde ilk ve tek olmak üzere Semendire Sancakbeyi olmasını da sağladı.Bir süre sonra yeniçeriler, o kılıçları paslanmaya yüz tutmuş yeniçeriler isyan edip Selim'i hükümdar olarak görmek istediklerini dile getirdiler. Böylece Sofu Bayezid tahtından feragat ederken, babasına isyan eden Selim de artık Selim Han oluyordu.


Selim önce isyan eden kardeşlerini ortadan kaldırdı. Evet zordu. Hele ki dedesine benzeyen Şehzade Korkud'un, sevdiği ağabeyinin ortadan kaldırılması. Ancak devlet-i ebed müdded denmişti bu devlete. Sonsuza kadar sürecek olan devlet... Bu nedenle evlatlar, kardeşler boğdurulacaktı, boğduruldu da. Ondan sonra başladı Selim Yavuzluğunu göstermeye. Sefer hazırlıkları tamamlandı ve Çaldıran Ovası'nda Türk tarihininin birçok zafer gördüğü Ağustos ayında Safeviler bozguna uğratıldı. Kolay olmamıştı. Zira Selim çadırına ok atan yeniçerilerin arasına yalınkılıç dalmış ve "Korkanlar karılarının yanına geri dönsünler, ben bu yola dönmek için çıkmadım." demişti, diyebilmişti. Şah kaçtı, Doğu Anadolu Osmanlılara kaldı. O zaman Bitlisli İdris çıktı ortaya. Doğu Anadolu'nun Osmanlıların eline geçmesini sağlayan İdris. Ancak sefer bitmemişti. Osmanlı ordusu binbir meşakkat sefere çıkarken onlara zorluk çıkaran Dulkadiroğulları vardı. Başlarında da Yavuz'un dedesi Alaüddevle. Dedesine de acımadı ve yapılan savaşla bu devlete de son verdi.İstanbul'a döndü ama ona artık zevk-ü sefa haramdı. Yeniden sefer hazırlıklarına başladı. Bu sefer hedef Memlük toprakları idi. Bir sadrıazam ile iki vezire mal olan (kelleleri vurulan) seferden de galip ayrıldı Yavuz. Suriye, Filistin ve Arabistan toprakları Osmanlıların eline geçmişti.Yavuz Sultan Selim, Haleb Ulu Camii'nde Cuma namazını eda ederken hatip, Mekke ve Medine'nin hâkimi manasina gelen "Hakimü'l-Haremeyn eş-Şerifeyn" ünvaniyle hitab edince o, yerinden kalkip bu elkabın yerine "Hâdimü'l-Haremeyn eş-Şerifeyn" (Haremeyn'in hizmetkârı) kelimelerini telaffuzla kendisine bu ünvanın verilmesini istemişti. Hatib'in ayni sözleri tekrarlaması üzerine çocuk gibi sevinen Yavuz Sultan Selim, l000 dukadan daha fazla değeri olan kaftanını çıkarıp hatibe giydirecek ve üzerinde namaz kıldığı halıyı kaldırıp toprağa secde edecektir.


 Lakin Mısır ve başında yeni hükümdar Tomanbay hala orada durmaktadır. Ve onları yenmek için de koca Sina Çölü. "Padişahım geri dönmek" dediği anda vezirin kellesi gider. Sina Çölü, o geçilmez denilen ve tarihte daha önce sadece Büyük İskender'in geçebildiği çöl 11 günde geçilir.Nitekim bu çölü ne Moğollar ve ne de Timurlular geçmeyi göze alabilmiştir. Yavuz yanına 10.000 kişilik kuvvet alıp El-Mukattam dağını dolaşarak Mısır'a arkadan saldırır.Tabi ordunun kalanı da önden. İki ateş arasında kalan ve yere sabit toplar dikerek hareket edemeyen Memlük ordusu bir kez daha bozguna uğratılır. Ancak Hadım Sinan Paşa, o yetenekli, cesur ve soylu bir bey olan Hadım Sinan Paşa şehit düşer."Sinan kırk Mısır'a bedeldi." dedirtecek Sinan... Böylece Osmanlı sınırları Afrika'ya taşmış 2 yıl 2 ay süren Sefer-i Hümayun'dan dönüş yoluna geçilmiştir ki yeni Sadrazam Yunus Paşa'nın da kellesi gider. İstanbul'a geçen Yavuz o yıl sefer hazırlıklarına başlar. Bunun yanında koca bir donanmanın da inşasına başlanır. Anlaşılacağı gibi sefer büyüktür. Ancak Yavuz, o koca sultan hastalanır. Basit bir çıbandır aslında nedeni, ciddiye almayıp hekimlere görünmediği, hamamda olgunlaşmamış başını sıktırdığı ve can dostu Hasan Can'ın "hekimlere bir baktırsak Hünkarım" uyarısına "Biz çelebi miyiz ki ufacık bir çıban için hekime görünelim" dediği bir çıban... O yavuz adam çocuk gibi ağlayacak duruma düşer sonra da yataklara. Sorar Hasan Can'a "Bu nedir Hasan Can. Biz çıbanı ciddiye almadık ama bizi inim inim inletir." Yanıtlar Hasan Can: "Hünkarım Allah'la beraber olmak vaktidir." Koca sultan cevaplar "Ya sen bizi şimdiye dek kimle bilirdin?" Sultan ellili yaşlarında vefat eder. Arkasında iki buçuk katına çıkardığı toprakları, dünyanın en güçlü imparatorluğu, Süleyman gibi muhteşem bir şehzadesi, dolu bir hazinesi ve işinin ehli devlet adamları bırakarak...

15 Ekim 2011 Cumartesi

Sobalı Ev...

Her çocuk gibi bende sobalı evde büyüdüm. Biraz ayaklarım yere basınca bende soğuk, kar, kış demeden dışarı kaçtım; koştum, oynadım. Ve her çocuk gibi üşüdüm... Şimdiki gibi değildi üşümelerim. Ayaklarım üşürdü, ellerim üşürdü, burnum kızarırdı, Ve eve geldiğimde hemen sobanın tepesinde kaynamaya yaklaşmış güğüme ellerimi yapıştırırdım. Sonrasında rahmetli babaannemin, bana gece yatmadan evvel sureleri öğreten büyüğümün ördüğü yün çoraplarımı sobanın arkasına yaklaştırır öylece yatardım. Sonra sonra annem o sobada ekmek yapardı, sıcacık. Yağlanmış ve içine peynir konulmuş ekmeklerdi soba benim için.Kovasını bir kez bile değiştirmeyip hep kaçtığım, kömürünü babamdan para alarak taşıdığım, boruları takılacağında ya da kaldırılacağında sıvıştığım nesneydi soba. Aradan yıllar geçti,Önce kalorifer sonra doğalgaz geldi. Onlarda ne ekmek ne de el ayak ısıtılıyordu. Dahası o ekmekler de kalmamıştı ki.Marketten hazır aldığımız ve iki gün yemezsek çöpe atacağımız ekmekler çıkmıştı. Şimdi düşünüyorum da o zamanlar içim sıcakmış, soğuk olan tenimmiş. Şimdi üşüsek derecesini artıracağımız kombiler, yanan petekler aslında tenimizi ısıtıyor. İçimizi değil...

Kuzularım...

İlk günümdü, ilk defa öğrencilerimin karşısına çıkıyordum. Merdivende yürürken ayaklarım titremiş, boğazım kurumuştu. Acaba ne diyecektim. O merdivenler bitmesin istiyordum. Ya bi hata yaparsam ya yanlış bişey dersem? Demedim, girdim günaydın çocuklar dedim. O yirmi çocuk, o yirmi sıpa, o yirmi can, ve o 40 çift göz bana bakıyorlardı. Her anımı her hareketimi dikkatlice süzüyorlardı. Hepsini tek tek süzdüm. Hepsi birer inci gibiydi, değer bilemeyecek bir inci. Kalkıp hepsine tek tek sarılmak, siz benim çocuğumsunuz demek geçti içimden.Yapamadım, klasik öğretmen duruşunun dışına çıkamadım. Ama söyleyebildim. En azından söyleyebildim. Hepiniz benim için çok değerlisiniz, hepinizi çok seviyorum diyebildim. Sonra ne mi oldu? Çok kısa sürdü. Sadece sadece 6 gün sürdü.Doyamadım çocuklarıma. Yerime kadrolu öğretmen gelmişti, yada bence adı acımasız gerçek olan şey... Onlar ardımdan ağlarken, bizi bırakma hocam derlerken ben gene o güçlü duruşu sergilemek zorunda kaldım. "Yaramazlık yaptınız üzdünüz beni, akıllanınca tekrar döneceğim" yalanını atabildim sadece.Taa ki bahçeye çıkana kadar, çocuklarına bir daha kavuşamayacak baba duygusunu hissedene kadar.Gerisi hikaye.Hayat bazen acı olsa da tek diyebileceğim iyi ki oldu,iyi ki tanımışım sıpalarımı...

14 Ekim 2011 Cuma

AŞK

Düşündüm önce. Kaç kişiyi sevmişim acaba diye. Saymaya başladım sayamadım. O kadar çoktu yani. Sonra hesapladım kaçı beni üzdü diye. Sayıyı bulamadığım için ona da emin olamadım; zira hepsi üzmüştü. O zaman dedim işte "o da farklı değilmiş, ne farkı var ki diğer üzenlerden?" diye. O an gülüşü aklıma geldi.Hayır hayır o bir melekti, yeryüzüne inmiş ve kanatları gizli olan melekti.Gülerken gözleri kapanır, ağzı yiyecekmiş gibi açılır, şeker yemiş çocuk gibi sevimli olurdu. Hayır hayır o farklıydı. Hepsi gibi üzse de farklıydı işte.Yüreğim acımıştı, Küçük İskender'in sözlerine takılır olmuştum, hepsinde kendimden birşeyler buluyordum. Ama anladım ki o farklıydı. Diğer üzenlerden, "sevdim" deyip sevmeyenlerden, güzel görünüp de boyası akanlardan değildi.Küçük İskender'in sözlerindeki gibi değildi. İşte görüyorum ilk defa blog yazıyorum. İlk defa kimse okumasın diye kendi kendime yazıyorum." Ve ilk defa Mevlana ile Şems'i bu kadar iyi anlıyorum. Ve ilk defa keşke demiyorum. Ve ilk defa kendi kendime yazıyorum. İlk blogu sevdiğim bi arkadaşımın anlattığı aşkla bitiriyorum:

“Ask nedir? Dediler Mansur´a. Sabredip bekleyin dedi. Üc güne varmaz görürsünüz. Önce kollarini ayaklarini kestiler. Her uzvu ask dedi. Astilar bedenini, o yine ask dedi. Yakip küllerini nehre sactilar. Her bir zerresi husu ile Enel- Ask (Ben Askim) dedi.”